Çocuklu Hayat

Çocuklu Hayat

25 Aralık 2017 Pazartesi

Ben Çocukken... (Seyyar Satıcılar)

Bazen ufacık bir şey beni çocukluğuma götürmeye yetiyor. Geçen hafta sonu Görkem gıda belgeselinde elma şekerini yapılışını izlemiş. Anne ben hiç elma şekeri yemedim deyince bi düşündüm aslında küçükken yedi de hatırlamıyor. Neyse evde yapalım çocum dedim sıvadık kolları. Maksat hem yapmak, yemek hem de kaliteli zaman geçirmek ;) 

Çocukluğuma uzun bir yolculuğa çıktım sanki... Elma şekeri ve pamuk şeker diğer yiyeceklere göre daha özel yiyeceklerdi. Yani onları satanlar her zaman bizim mahalleye gelmezdi. Çarşıda ilçenin göbeğindeki parkın önünde satılırdı onlar. Bir de mahallemizden geçsin diye yolunu gözlediklerimiz vardı. Çekirdekçi amcanın evi bizim mahalledeydi sabah zaten çok erken gittiği için görmezdik pek. Akşam üzerileri üç tekerlekli bisikleti göze çarpardı ilk önce, ardından beyaz kirli sakalları ve ponponlu şapkasıyla ağır aksak bisikletiyle birlikte yürürdü, sanki yılların yorgunluğu omuzlarına çökmüşçesine... Gazete kağıdından kıvırarak yaptığı külahlara bardağı 10 kuruş olan çekirdeği yorgun elleriyle doldururdu. Külaha doldurulan çekirdeği ortamızdaki arkadaşımıza verip, yan yana otururduk. İtfaiyenin suladığı yolun toprak kokusu burnumuza çalarken ılık bir akşam üstü masum çocuk sohbetleriyle çıtırdatırdık çekirdeklerimizi...

Hele o sıcak yaz günlerinin öğleden sonralarında "dondurmacııııııı" diye bağıran dondurmacı amcayı dört gözle bekleyen, sade dondurmadan başka çeşiti olmayan dondurmayı 25 kuruş kadar külahlara doldurtan, mutluluğu da külahın üstüne koyan masum çocuklardık bizler. Dondurmasını alan çocuk yavaş yavaş yalardı hiç bitmesin bu mutluluk diye kimisi çarçabuk bitirirdi sanki mutluluğu elinden alınacak gibi, sona kalan çocuğun dondurmasına bakardı herkes sanki kendileri hiç yememiş gibi :))) Ahh çocukluk ne güzel şeysin, ne kadar masumsun.... 

Çok nadirde olsa halka tatlıcı geçerdi. Minik beyaz kağıtlara sarar, şerbetini akıta akıta yerdik bütün mahallenin çocukları. Ağzımızı silecek peçete aramazdık. Hangimizin evine yakınsak onların bahçesindeki çeşmeden hem suyumuzu içer, hem elimizi yüzümüzü yıkardık. 

Aslında derste öğretmenimiz sıkı sıkı tembih ederdi. Açıkta satılan yiyecekleri almayın diye ama onlar açık değildi ki camekanlı arabada satılıyordu. Bir yandan suçluluk hisseder, diğer yandan da almadan ve tüketmeden kendimizi ala koyamazdık. 

Çok masum çocuklardık bizler çünkü bizim zamanımızdaki büyüklerde iyi yürekli ve güvenilirdi. Oysa şimdi insan ne komşusuna ne akrabasına güvenebiliyor. Bırakın açıkta satılan yiyeceği almayı, marketlerden kapalısını alıp yedirirken hatta komşunun verdiğini çocuğumuza yedirirken düşünür olduk... 



Devamını Oku »

19 Aralık 2017 Salı

Talihsiz Kitap Seçimlerim


Hu huuu kimse var mı?
Ayda bir, iki ayda bir gelip de huu dersem olmaz ama dimi? Hayatlar, hayaller, işler, güçler, telaşeler, diyorum kısaca veee malesef ki son aylarda hüsrana uğradığım kitapların şöyle bir gözden geçirelim istedim. 

Nermin Yıldırım okumaya ilk "Unutma Dersleri" ile başladım. Waauvv demiştim ilk kitabında tarzı çok farklı gelmişti. Seveninin çok olduğu gibi sevmeyeni de çok tabi bu yazarın ve kitabınında. İlk kitabını bitirir bitirmez tadı damağımda kaldı diyerek, arka kapağından etkilenip "Unutma Beni Apartmanı"nı okumuştum. Bununla yetinmeyip üzerine bir de "Saklı Bahçeleri" alınca öğğğ geldi tabi :))) Kim dedi kızım sana bir yazarın kitabını manyak gibi arka arkaya oku diye kendime epeyce kızdım tabi. Aslında aynı yazarın kitabını okumakta da çok sıkıntı yok lakin yazar şöyle bişey yapmış ilk kitabının kahramanlarıyla ikinci kitabı ve saklı bahçelerle inanılmaz bir bağ kurmuş. Yani şöyle bişey oluşuyor bu kitabı okurken, hımm neydi o kadın diğer kitapta ne yapmıştı? diye kafaya yoruluyor okuduğum kitaba mı yoğunlaşayım diğer okuduklarımı mı hatırlamaya çalışayım böyle arada kalmış bir durum oluştu işte. 

Son olarak yazarın diline diyecek yok yine aynı şekilde akıcı ve tasvirleri kıvamında, kitap iki kardeşin yıllar önce birbirine yazdığı mektuplar şeklinde ilerliyor ve ben bu tarzdan hiç hoşlanmıyorum. Haaa tabi bir de şu var hadi ben diğer kitaplarını okudum aralarında zor da olsa bi bağ kurabildim peki diğerlerini okumayanlar ne yapacak? :/ Onlara keyifli okumalar ve kolaylıklar diliyorum... 

Hasan Ali Toptaş okumaya ilk "Ben Bir Gürgen Dalıyım" çocuk kitabıyla tanışıp, diline, anlatımına ve üslubuna hayran kalmış, bu kitabını da büyük bir heyecanla okumaya başlamıştım. Sen ne yaptın Hasan Ali hocam diye diye sonlandırdım kitabı :)

Okumaya başlıyorsunuz ve kitap alıp götürüyor. Soyut ile somut iç içe geçmiş, gerçek ve hayal dünyasında seyre çıkıyorsunuz. Yazar adeta doğayı ve geceyi konuşturuyor, kasabayı, kasaba halkını, akrabaları ve çocukları konuşturuyor, yaşayan her canlıyı ya da var olduğunu düşündüğümüz herşeyi... Toplumu anlatıyor, yitirilmişliği, hayalleri ama aslında var olan gerçekleri... 

Kitap bittiğinde sizi alıp, başladığınız noktaya geri bırakıyor, öylece kalakalıyorsunuz! Fazlasıyla durgun ve sembolik bir kitap olduğundan zaman zaman kimden bahsedildiği, kimin ağzından olayların aktarıldığının zor anlaşıldığı karmaşık bir kitap oldu benim için. Kısacık bir tavsiye olarak şunu söyleyebilirim siz siz olun Hasan Ali Toptaş ile tanışmamışsanız bu kitabıyla başlamayın lütfen... Zira böyle bir yazardan yoksun kalmanızı istemem... 

Amazon'un derinliklerinde El Idilio koyünde yaşayan Antonio Jose Bolivar Proano, orman hakkında bütün bildiklerini Shuarların yerlilerine borçludur. Ormanın gerçek sahipleri olan yerlilerin yasalarına uyar ve hayvanlara saygı gösterir. Günü avlanarak, geceleri aşk romanları okuyarak geçer. Ancak bir gün bu düzen bozulacak, kızgın bir jaguarın peşine düşmek zorunda kalan ihtiyar, doğanın bozulan dengesini, "medeni" insanların yıkıcılığını ve aşkın gizemini sorgulamaya başlayacaktır. 

Yazarın dili güzel, akıcı ve anlaşılır; tasvirleri gayet yerinde ama herşey bununla bitmiyor ki konusunun da bize hitap etmesi gerekir değil mi? Bu kitabı sevgili Esra (lokum çocuk kütüphanesi) hediye etmişti. Büyük bir hevesle hemen başladım okumaya ince bir kitap olmasına rağmen gitmedi çekmedi. Sevmeyerek okumak da çok zor ama huyum kurusun ille bitecek o kitap, yarım bırakamıyorum. Sanırım arkamdan köpekler kovalayacak diye kokuyorum ;) bitmeyen lokma hesabı :))

Bu kadar sevemediğim kitap arka arkaya gelince ilk ikisinin arasına birer çocuk kitabı serpiştirdim :) İyi ki serpiştirdim yoksa darallar basacaktı beni. Yaa işte dostlar işten güçten, çokça stresten sıyrılıp okuduğum benim için talihsiz seçimler olan kitaplar böyleydi. Haaa tabi bu arada severek okuduklarım da oldu tabi...  Bu hafta içinde onu da paylaşmak istiyorum. İnşallah diyelim...

Ee hadi şimdilik kalın sağlıcakla... 
Devamını Oku »

26 Ekim 2017 Perşembe

Ben Çocukken... (Sonbahar)


Ben çocukken sonbaharın hüzünlü bir mevsim olduğunu bilmezdim. Çocukken mevsimlerin çok bir önemi yoktu ki zaten. Güneş açar oynardık, yağmur yağar kaçardık :) Zaten çocukların en büyük zevki nedir ki amacımız sınırsız hayal dünyamızla oyun oynamak, mevsimin değişmesi oyun kıyafetlerimizin inceliğini kalınlığını değiştirirdi sadece. 80'lerde çocuk olmak güzeldi yaa... Mahalle çocuklarıydık bizler o zamanlar apartmanda yaşayan çocuklara çok özenirdik. Belki de onlar da bize özeniyordu.  

Yaz bitip sonbahar geldiğinde hem havalar daha erken kararırdı, hem de hava yağışlı veya soğuk olduğu için sokakta daha az oyun oynayabilirdik. Haliyle kışın habercisi olan bu mevsim bizim tarafımızdan çok da sevilmezdi. Annemin "ceketini giiiiyyyy üşüteceksin!!! Yeleğini giiiyyyy bak hasta olursun, kusarsıınnnn sonra midem bulanıyor deme bana" diye seslenişleri kulağımda çınlıyor. Niye önemsemez niye duymazlıktan gelip giymezmişim ki, çocuk aklı işte... Şu yaşımda çocuk aklının nasıl çalıştığını anlamak isterdim doğrusu. O zamanlar da keşke şunu anlayabilseydim; annem neden yazın ortasında ceketini giy demezdi de sonbaharın sinsi rüzgarlarına karşı şapkanı giy kulakların ağrır gece uyuyamazsın diye uyarırdı beni. Çünkü anneler bilir onlar evlatları için en doğru olan herşeyi bilir. Kutsal anne gücü diye bişey var yahu :)

Sonbaharda akşam üzerileri serttir. Bir yandan güneş batmak için veda eder, diğer taraftan poyraz esmeye başlar. Çocukluk işte "hayır üşümüyorum ben" derdik ama annemin direte direte giydirdiği o ceketlerin beni sıcacık sarıvermesi, hem vücudumuzu ısıtırdı hem de iyi ki annem var, iyi ki vermiş ceketimi diye düşünür yüreğimizi de ısıtırdı anne sevgisi, şefkati...

O ayazda oyun oynamak daha mı keyifliydi ne? Kızaran burnumuz ve buz tutan ellerimizle, odaların soğuğu kırılsın diye yakılan sobaların yanında alırdık soluğu. O ayaz çocuk bedenimizi o kadar hırpalamış olurdu ki sobanın yanına büzüşen kedi misali yorgunluktan uyur kalırdık. Uğraş ki kaldırasın sonra bizi :)) Ruhumuzu oyunla doyurduğumuz koca bir günün akşamında yemek yemeden uyuyakalmak hiç dokunmazdı bize...

İşte biz o zamanların ruhunu sokak oyunlarıyla doyuran, koca yürekli asi çocuklarıydık...
Devamını Oku »

23 Ekim 2017 Pazartesi

Bu Aralar Biz...

Canım Blog, gel şöyle sana bi sarılayım modundayım :D Yazmanın benim için bu kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu bloğumdan uzak kaldığım 1 ay içerisinde daha iyi anladım. Bloğa yazmak iyi geliyor bana içimi dökmek gibi ya da tecrübe ettiğim bazı bilgileri paylaşmak ve daha fazla insana ulaşmasını sağlamak belki de beni mutlu eden. Blogdan uzak kalmak; eski bir dostunla uzun süredir dertleşememek gibi bişey. Aman aman Allah muhabbetimizi bozmasıın canım blog :)

Peki ayrı kaldığımız bu sürede neler yaptım? Ekim ayı benim için sağlık problemlerimle dolu geçti. Göz kapağımın üstünde çıkan minicik bir arpacık başıma ne işler açtı bir bilseniz. Arpacık dediğim hani şu halk arasında it dirseği denilen bir nevi iltihabi bir sivilce. Çoğunuzun gözünde çıkmıştır belki de hani ufak ufak batar gözünün alt veya üstünde çıkar ve bir kaç gün içinde kendiliğinden iyileşir. İşte ben de öyle hafife alıp, batması da geçince bana rahatsızlık da vermeyince salıverdim onu kendi haline. Meğerse bizim arpacık sinsi sinsi planlar yapıp içten içe büyüyüp serpilmeye başlamış :) Aaa sonra bi baktım göz kapağımın üstünde mercimek kadar bi şişlik... Gittiğim üç doktor da ameliyat deyince el mecbur yattım sedyeye. Ben çevremdekilere ameliyat olucam deyince eşim benimle az dalga geçmedi tabi. Sanki göz nakli olacaksın diye :)) O dalgasını geçe dursun ciddi ciddi ameliyathaneye girip lokal olarak gözümü uyuşturdular, bildiğin kesip iltihabı aldılar. Belki 10 dakika sürdü ama ameliyat ameliyattır canım. Sonuçta sezeryan olduğun zamanda 10 dakika içinde çocuğu almış oluyorlar o da mı basit yani ;) Tabi operasyondan sonra da kremiydi damlasıydı derken iş yerindeki işlerimi bile zor yaptım gözümün yaşarmasından öyle olunca da bloğuma girip uzaktan bakıp bakıp çıktım hep... Ama bu da hem benim kulağıma küpe olsun, hem de sizin aklınızda bulunsun, arpacık çıkarsa geçse bile bi doktora kontrol ettirin  ya da baktınız iyileşme süresi uzuyor yine bir doktora gidin ilk aşamada gidilince damlayla tedavisi mümkünmüş çünkü ;)

Tam iyileştim derken ağır bi gribe yakalandım. Aldı aldı yere çarptı aman aman a dostlar dikkat edin. Bu salgın yakalayınca kolay kolay bırakmıyor da... Sinüzitti, baş ağrısıydı derken bu ay ne kitap okuyabildim adamakıllı ne blog yazabildim... Tabi bütün bunlar benim boş vaktimde yaptığım işler olunca yazmadım, okumadım oldu bitti. Annelik, öyle bir makam ki ne hastalık dinliyor ne bahane... Yatıp dinlenmeyince de geçmiyor işte. Şükür ki migren ağrımı saymazsak ki onunla yaşamaya alıştım artık bugün daha iyiyim. Allah dermansız dert vermesin. Dert verip de derman aratmasın...(Çok çok aminnnn)

İş yerinde ardı ardına kaç denetleme geçirdik hatırlayamıyorum. Hastalığın içinde bir de sürekli rapor hazırlamak da yordu beni. Okulların açılması da bu yoğunluğu ikiye katladı tabi. İşten eve git yemekti, toplamaktı derken Görkem'in ödev kontrolü var, günlük ders çalışır gibi ona bakmak zorunda kalıyorum. 4. sınıf olunca dersler arttı, sağolsun devlet büyüklerimiz yine müfredatı ve ölçme-değerlendirme yöntemlerini de değiştirince deneme tahtasına dönen çocuklarımıza bunun izahı biraz zor oluyor. En basitinden el yazısı mevzusu iyi mi şimdi de düz yazıya döndüler. Çocuk gelmiş 4. sınıfa sanki yeniden yazmayı öğreniyor gibi bir de düz yazıya alışmaya çalışıyor... Hey Allah'ım gel de kızma!!! 

  
En son üniversitede bu kadar ciddi ciddi resim yapıp, özenle boyuyordum. İnstagramdan beni takip eden arkadaşlar bilir, her gün yapamasam da çizdiğim sürece oradan paylaşıyorum. Bazen ingilizce bir kelime yazıp onun resmini yazıyorum bazen de günaydın mesajlı kağıtlarla ders kitabının arasına koyduğum bu küçük notlar Görkem'in mutluluk sebebi oluyor. Çocuklarıma olumlu ya da olumsuz bir davranışta bulunacağımda sık sık empati kuruyorum. Çok da faydasını görüyorum. Ben çocukken annem bana böyle notlar yapsaydı inanılmaz mutlu olurdum. O gün ilk ders kitabını ne büyük heyecanla açardım kim bilir... Bi düşünsenize güzel olmazmıydı? Anneniz evde ama onun elinden çizilmiş bir resim ve yüreğinden dökülen sıcacık anne sözleri...
Malum sonbahardayız, turşu kurmanın tam da zamanı. Evde ki turşu yapma maceramızı işten güçten fotoğraflayamamışım. Onur'un okulda kurduğu turşu fotosuyla yetinelim bari. Ayyy o kornişonlar yok mu? Ne kirliymiş yıka yıka arınmadı. Amaaan aman dostlar bir de çok gübre ve ilaç varmış onlarda hoooşşş ne de yok ki ama iyice yıkamak önem arz ediyor. Sirkeli sularla yıka yıka kafa yaptı sirke bana :))) Yıkamaktan derbeder düşen ben turşularım oluşumunu tamamlayınca hepsinin önünde saygıyla eğilerek yiyeceğim :))) O kadar yani...

Bir de son olarak şunu da duyurup kaçayım. İnstagram hesabımda bir çekiliş düzenledim. Bunu ara ara yapacağım. Aslında fikrin bir çıkış noktası var tabi. Yaklaşık 1 aydır kuzenimin kitapkurdu oğlu benim kitaplığımdan düzenli olarak üçer kitap götürüp, okuyor. Kütüphane gibi oluyor yani sonra getiriyor yenilerini veriyorum. götürüp okudukları üzerine sohbet ediyoruz falan. Şimdiye kadar önerdiğim kitapların hepsini çok beğenmiş ve onun iştahla okuması inanılmaz mutlu ediyor beni. Okumayı seven çocuk candır can ♥ İşte bu çekilişteki amacım da çok sevdiğim çocuk kitabı yazarı rahmetli Roald Dahl'ın birbirinden eğlenceli kitaplarıyla daha fazla çocuğu tanıştırmak ve diğer çocuk kitaplarından da en beğendiğim kitapları yine aynı şekilde kitap okumayı sevmeyen çocuklara tanıtarak kitap sevgisini aşılamak. İnstagram üzerinden de takip etmek isteyen arkadaşlar bana 2cocukluhayat adıyla ulaşabilir. 

Ah canım blog seni ve buradaki komşu bloggerları ne çok özlemişim. E ben gidip biraz komşu ziyareti yapayım. Şimdilik kal sağlıcakla... 
Devamını Oku »

21 Eylül 2017 Perşembe

Unutma Beni Apartmanı - Nermin Yıldırım

''Hayatını hayalet yazar olarak sürdüren kırk üç yaşındaki Süreyya'nın o güne dek hiç görmediği annesinin birgün ansızın telefonda duymasıyla başlıyor "Unutma Beni Apartmanı". Bu beklenmedik telefonla birlikte, ömrü boyunca kendisinden vazgeçenleri, kendi vazgeçtiklerini, kaçırdığı fırsatları, kuramadığı yakınlıkları, kısacası yeryüzünde bir yer arayarak ama bulduğu her yerden de hızla kaçarak yaşadığı hayatı gözden geçiriyor Süreyya."

Böyle diyordu arka kapakta... Her anne sözcüğü gördüğü yere yapışan bendeniz, acaba kaybettiğim annemden bir koku, bir hatıra, bir gülümseme belirir mi yüzümde beklentisiyle almıştım bu kitabı. Hatta özellikle de tatilde okumak istediğim için de bir süre beklettim. Daha önce Nermin Yıldırım'ın "Unutma Dersleri"ni okuyup, diline anlatımına hayran kaldığım için bu kitabını da okumak istedim. Yazarın çok farklı bir dili ve olayları anlatış sırası var. Aslında bir roman okumak için niyetleniyorsunuz ama olayların örgüsünü öyle büyük bir ustalıkla işlemiş ki roman içinde roman okumuş gibi hissetmeniz doğal. Bir de şunu eklemek istiyorum bu kadının kitabını öyle birkaç kelimeyle yorumlamak pek mümkün değil. Uzun uzun cümlelerden ve laf ebeliğinden hoşlanmıyorsanız bu kitap size göre değil. Yok ben severim evrilmiş çevrilmiş cümleleri diyorsanız anlamak için beyninizi biraz çalıştırmanız gerekecek ve bu kitabın tam da size göre olduğunu düşüneceksiniz ;)

Romanımızın baş kahramanı Süreyya'yı henüz bebekken bırakıp giden annesinin ardından babaannesi büyütür. Babannesinin ölümüyle de yapayalnız kalan Süreyya, gerekmedikçe kimseyle samimi olmadan, sınırları içerisindeki dünyasına kimseyi sokmadan yaşayan birisine dönüşür. Süreyya'nın en başarılı olduğu alan yazı yazmak ve kendisini en iyi ifade ettiği yol bu, fakat amacı ünlü bir yazar olmak falan değil. Niyeti yalnızca içindekileri kağıda dökmek olduğu için hatta yazdıklarını çöpe atmayı bile düşünen birisi olan çılgın kişilik Süreyya, N.Y. isimli zengin, şımarık bir kıza satıyor yazdığı kitaplarını.. Yaşadığı evi, ülkeyi, hayatındaki insanları, dostlukları acımasızca değişen Süreyya'nın bir seyahat sırasında deliler gibi aşık olduğu adam Marcel için Barcelona'ya taşınıp evlenmesi, ardında bıraktıkları ve daha pek çok süpriz içeriyor. Aslında bu kitap hiçbir yere, hiç kimseye ait olamayan özgür ruhlu kadın Süreyya'nın öyküsü. 

Nermin Yıldırım, aile içi kopuklukları, çocuk istismarını ve çoğu zaman kalabalıklar içinde yaşadığımız yalnızlığı Süreyya'nın dilinden çok başarılı şekilde anlatılırken, diğer taraftan da 12 Eylül dönemini kendi bakış açısıyla yansıtıyor. Kısacası bu kitabın tek bir olayı yok. Olaylar ağı var adeta...

Dili, anlatımı, olayları herşeyi etkleyici ama sonu hiç bekletiğim gibi olmadı. Aslında bir beklentim de yoktu da bu kadar olaylar arasında bağ kurup, incelikle onları anlatıp, çözümleyen bir yazara yakışmayan yani en azından beni tatmin etmeyen bir son olmuş. O nedenle sükutu hayale uğradım. Kısacası okuduğum ilk kitabındaki lezzeti bulamadım. Bu sebepten ötürü üzülerek "Unutma Beni Apartmanı" benden geçer not alamadı :((

Bol kitaplı günleriniz olsun dostlar!
Sağlıcakla Kalın...
Devamını Oku »

15 Eylül 2017 Cuma

Sünnetle İlgili Dikkat Edilmesi Gerekenler

Bizim sünnet işi biraz gecikti yok ya da bana öyle geliyor. Çoğu anne - baba bebek doğar doğmaz hallediyor bu sünnet işini. Görkem doğduğunda zaten sarılık problemi, acemi ebeveynlik, pimpiriklenme gibi faktörleri de ekleyince bir de üstüne sünnetle uğraşamadık. Çünkü o zamanlar sarılık olan tek bebek benimkiymiş gibi davranıp üstüne lohusalık duygusallığını da ekleyip fototerapiye girdiği için ağlayan bir ben vardı :))

Aslında 7 yada 8 yaş düşünüyorduk. Arkasından da sünnet düğününü yapacaktık. Benim için çok kıymetli olan yiğenim düğünde olamayacağı için bir daha ki seneye düğünü erteledik. Bari fiili sünnet olayını halledelim dedik artık. Bayram öncesi tatil programımız vardı onu da bitirip bayramdan hemen önceki pazartesi yaptırayım dedim. Peki bunu neye dayanarak dedim. Eşim de dahil tanıdığım herkes yok canım abartma iki gün sonra geçer bişeyi kalmaz deyince bayram öncesi cesaret ettim. Cahil cesareti de diyebiliriz biz buna :)) Siz siz olun abartın sevgili anneler çünkü hemencecik iyileşmiyor. Tamam belki rahat hareket edebiliyor ama dilediği kıyafeti giyemiyor. 

Zor mu oldu? Evet... Ama bizim kolaylaştıran çok sebebimiz vardı. Abim, yiğenim, eşim ve ben gittik. Hem de öyle hastane ortamında değil. Eskiden beri tanıdığımız aile doktorumuzun muayenehanesinde yaptırdık. Zaten herşey uyuşturucu iğneleri vurana kadar ondan sonra bişey hissetmediği için gerisi gırgır şamatayla devam edip, gayet rahat bir şekilde tamamlandı, yürüyerek çıktı doktordan. Tek ihtiyacınız ve vazgeçilmeziniz sünnet kilodu olacak :) Sünnet yaptırmayı düşünenler için inanın yazdıklarım çok kıymetli keşke ben de bu konuda bu kadar samimiyetle yazılmış bana yol gösterici bir yazı okusaymışım (evet burada yazar bildiğin kendini övüyor hatta "canım kendim" diyor burada kendine :))) neyse konumuza dönecek olursak. Sünnet kilodunu tam çocuğunuzun yaşına göre değil de biraz büyük alın. Eğer ki tam yaşına göre alırsanız önünde bulunan plastik baldırlarının iç tarafına değdiği için kabartıyor orayı, ayrıca yatarken plastik biraz küçük olduğundan pipiye dokunuyor o zaman da uyuyamıyor. İki sünnet kilotu almanızı şiddetle öneririm. Haliyle pipiye krem sürülüyor falan o da iç çamaşırını kirletiyor. Özellikle bu dönemde enfeksiyon olmaması için hijyen daha önemli olduğundan mütevellit yedekli olmak sizin için rahat oluyor. Tabi bizimkinin biri tam yaşına göre olduğu için çok rahat kullanamadı. Büyük olanı yıkadım, ütüyle kuruttum, nemli kalınca da saç kurutma makinesiyle iyice kurutup giydirdim. Annelerde çareler tükenmez!

2-3 gün boyunca şişliği geçmedi. Ufak tefek ters hareket etmesinden kaynaklı kanaması oldu. Tam 3 gece hiç rahat uyuyamadı hatta ilk gün 3 saat uyudu. 4-5 saatte bir ağrı kesiciyle biraz ağrısını dindirdik. Anlayacağınız yattık kalktık pipinin derdine düştük :))) 2-3 gün sonra banyo yapabilir dedi doktorumuz. 1 hafta sonra yaptı bizim beyefendi öyle tercih etti. Benim en çok korktuğum çişini zor yapmasıydı. Neyse ki öyle olmadı. her çişten sonra steril suyla pamukla yıkadık. Sabah akşam kremini sürdük. 13 günde falan tam anlamıyla iyileşti diyebilirim.

İşte böyle hayırlısıyla kafama takılan bu işi de okullar açılmadan sonuca kavuşturduk. Allah izin verirse canımın içi yiğenim de aramıza katılınca şöyle gönlümüze göre çalgılı çengili bir düğün yapalım inşallah. Şimdilik oldu da bitti maşallah dedik. Allah damatlığını da göstersin evlat ♥
Sağlıcakla kalın...
Devamını Oku »

6 Eylül 2017 Çarşamba

Yaz Tatili de Uçtu Gitti Ellerimizden...

Herkese merhabalar,
Efendim yazıma kısa bir serzenişle başlamazsan valla hatrım kalır yok hatrım değil bildiğin içimde kalır ee benim içimde dert olacağına varsın onlara olumsuz reklam yapayım :D Tatil bitti, bayram bitti ben de bittim dermişim yok şaka şaka henüz işe dönemedim diyecektim ;-) sağolsun kreş yöneticileri kafalarına göre okulu kapatıp tatil yaptıkları için biz çalışan anneleri pek düşünmemişler. Pat bi mesaj bayram sonu kapalıyız oldu canım herkes size göre ayarlasın kendini. Mecburen onlara göre ayarladık tabi kendimizi anlayacağınız zaten minnacık kalan yıllık iznimin birazını da bu hafta kullanıyorum. Ne yapalım iki afacanla evde olmak da güzelmiş ;-)
Sonunda biz de denizli havuzlu tatilimizi yaptık muradımıza erdik. Bu yıl diğer yıllara göre bir tık daha rahattık. Onur'un krizleri biraz daha azaldığından daha laftan sözden anlar hale geldiğinden bize pek zararı olmadı. Havuzdan hiç çıkmadı, balık gibi sürekli yüzdü. Zaman zaman da mini clupte vakit geçirdi. Görkem de kaydıraklı havuzda yüzdü hep çok çabuk kaynaşıp arkadaş buldu. Onlarla oynamaktan gündüzleri bizim yanımıza çok az geldi. Ben de bol bol kitap okudum. Allah'ım ne büyük saadet!!! :D (maşallah diyelim nazar değmesin)
Ben çok gözlem yaparım özellikle anne-baba-çocuk ilişkilerini şunu bir kez daha teyit ettim. ''Bir çocuğa kardeş şart!'' tatil boyunca gerek yüzerken gerekse yemeklerde annelerin çocuklarına davranışlarından bile belli oluyor tek çocuk oldukları. Aman çocuğum dur sütünü getireyim bekle çocuğum tostunu yapıyım yahu bıraksana kadın çocuk ben kadar var fiziki olarak yani. Bırak kendi kahvaltısını kendisi alsın ki kolaylıkla alabilir buna müsait yani ortam. Bu kadar korumacı olmak üzerine titremek esasında çocuklara zarar veriyor. Onlara hayatı yanlış tanıtıyor. Hayat her zaman armut piş ağzıma düş tarzında olmayacak ve bunu daha küçükken öğrenmeye başlarlar yani kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için yüreklendirirsek esas işte o zaman onlara yardımcı olmuş oluruz. Her yiğidin yoğurt yemesi farklı olur derler ya işte annelik de öyle herkes karakterine göre çocuk yetiştiriyor. Lakin genel geçer kurallar var. Hiç kimse bu kadar korumacı olma bu kadar yapma demiyor bu tür annelere zihnim almıyor açıkçası. 

Hayat o kadar acımasız ki prens/prensesler gibi yaşarken bir bakmışsınız anne-babanızı kaybetmişsiniz ve hayatınız tepe taklak olmuş. Duam şudur ki Allah kimsenin evladını hiç kimseye bırakmasın. Her ana - baba evladını kendisi büyütsün... Çok zor çok :-( Çevremizden sürekli duyuyoruz acı haberler alıyoruz. Trafik kazaları oluyor geri de minicik evlatlar kalıyor. Yüreğim dayanmıyor. Bahse konu evlatsa, annelikse dayanmıyor yürek... Allah acılarını göstermesin. Neyse konudan konuya atladık işte böyle eylül ayını getirdik ve koskoca bir yazı bitirdik... 
Madem kızıldereli olduk. Yazıma bir kızıldereli atasözüyle son vereyim ;-)
''Yeryüzü bize atalarımızdan miras kalmadı, onu çocuklarımızdan ödünç aldık...''
Devamını Oku »

22 Ağustos 2017 Salı

Bülbül - Kristin Hannah

Hannah hep merak ettiğim bir yazardı. Geçtiğimiz aylarda ilk kez bir kitabını okuma fırsatım olmuştu. Ateşböceği yolu'yla ilgili de fikir edinmek isterseniz ona da bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Yazarın ikinci kitabını da okuyunca dili hakkında düşüncelerim daha da belirginleşti. Ateşböceği yolunda olduğu gibi olaylar başlarda biraz yavaş ilerliyor. Aynı hisleri ilkinde de bunda da yaşadım. Neredeyse böyle elimden bırakmak isteyecek kıvama geliyorum. Mesela bu kitapta ilk 180 sayfa çok durağan daha çok karakterlerin yaşamlarından falan bahsediyor. Elbette bahsedilmesi gerekiyor. Ama anlatırken fazla ayrıntı, çokça betimlemeler biraz sıkıyor. Lakin o 180 sayfadan sonra tabiri caizse kitap gümbür gümbür geliyor ve ilerliyor. Öyle ki işi gücü bıraktım hafta sonu kitabın sonunu görmek için sabırsızlandım. Konusundan spoiler vermeden birazcık bahsedecek olursam, umarım bu kadar güzel bir kurgunun ışığını basit cümlelerle gölgelemem. 

II. Dünya Savaşı sırasında Fransa'da yaşayan iki kız kardeş, anneleri öldükten sonra babaları tarafından da terk ediliyor. İtaatkar abla Viann ve asi kız kardeş İsabelle'nın savaşın içinde iki farklı yerde verdikleri mücadeleyi en ince ayrıntılarıyla anlatılıyor. İsabelle direnişe katılmak isteyince ablası Viann'ı küçük kızıyla birlikte tek başlarına bırakıyor.  Eşi de savaşa giden Viann'ın evi önemli geçiş yerlerinin kilit noktasında bulunduğu için evine bir Alman yüzbaşı yerleşiyor. Gittikçe zorlaşan yaşam koşulları içinde yiyecek almak bile karnelerle sağlanırken, çocukların, kadınların özellikle yahudi halkına zulmü bütün ayrıntılarıyla işleniyor. Yahudilerin sınır dışı edileceğini öğrenen Viann, en yakın arkadaşı Rachell'i saklamak, korumak için elinden geleni yapsa da onları bekleyen sürprizler yüreklerini dağlıyor. Diğer tarafta İsabelle savaşın karanlık sokaklarında tehlikeden tehlikeye koşarken aşksız olmaz tabi ve kendisi gibi direnişçi bir gence aşık oluyor. Bir araya gelmelerinin imkansız olduğunu düşünseler de aşklarından vazgeçmiyorlar. Minnacık bir spoiler ;) kitabın bölümleri savaşın olduğu zaman ve 1995 yılı olarak anlatılıyor. 

Yukarıda da belirttiğim gibi ilk başta yavaş ilerleyen olaylar sonrasında öyle bir sarmalıyor ki adeta bir film izliyormuş gibi hissettiriyor. Savaşın en mağdurları kimdir? Çocuklar... İşte işin içine çocuklarla ilgili olaylar giriyorsa ucunda da annelik varsa varın gerisini siz düşünün. Kitabın yazar yorumlarında da yazdığı gibi özellikle bazı yerlerinde artık ne kadar kendimi kaptırdıysam hüngür hüngür salya sümük ağladım ☺ Bu kadar yüreği sızlatan kitapları okumayı çok tercih etmiyorum. Son yıllarda ben acıklı film ve dizi bile izlemiyorum. Yüreğim dayanmıyor :(

Ve olmazsa olmazım kitaptan alıntı cümleler : 

''Sevgi nefretten güçlü olmalı yoksa bir geleceğimiz olmaz.''

''Aşkta kim olmak istediğimizi, savaştaysa kim olduğumuzu keşfederiz.''

''Önemli olan kaybettiklerim değil, hatıralarım...Yaralar iyileşir. Sevgi yaşar.''

Savaştaki zulüm, acı, nefret, güç kadar sevmenin sevilmenin  de yoğun olarak işlendiği keyifle okuduğum bu kitabı sizlere de gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. 

Size keyifli okumalar bana iyi tatiller... 
Devamını Oku »

18 Ağustos 2017 Cuma

Korkulu Rüya Gören Çocuklar

Kötü rüya gören çocuklar ile ilgili görsel sonucu
Bebeklikten başlayıp ergenliğe kadar süren uyku her zaman büyük problem. Daha doğar doğmaz uyku problemi yaşayan bebekler anne ve babalarını uykusuz bırakır. Çocuklar büyüdükçe uykuları da düzene giriyor. Evet bu doğru eskisi kadar sıkıntılı olmuyor en azından ama bu seferde uyurken yanında birisinin olmasını istiyor, ya da kendi yatağında yatma ile ilgili sorunlar yaşanıyor. 

Yurt dışında doğup büyüyen çocuklarda böyle bişey yok. Daha minnacık bir bebekken odalarını ayırıyorlar ve çocuk kendi odasını benimsiyor. En rahat uykusunu da en korkunç rüyaları da odasında görüyor. Böylece anne-babanın yatağına gelme isteği daha en baştan ortadan kaldırılıyor. 

Her iki çocuğumu da 3,5 yaşına kadar yanımda yatırdım. Aaaa evet çok ayıp hiç olur mu? falan demeyin bal gibi de oldu. Çocuk yetiştirmede herkes kendi doğrusunu yaşar. Eşim de bende çalıştığımız için sabaha kadar iki oda arasında mekik dokumaktansa yanımızda yatırıp o eşsiz evlat kokusuyla uyuduk yıllarca. Hiç de şikayet etmedik şunu hemen belirteyim bunun doğru olduğunu savunmuyorum asla. 

Yaklaşık 1 yılı aşkın bir zamandır süren Onur'u yatağına alıştırma çabaları şükürler olsun ki 2 aydır  sonuç verdi. Artık ben büyüdüm diyor kendi yatağında uyandıkça :) Bir de 5 yaşını bitirme hevesleri var. Kendi yatağında uyumazsan 5'i bitiremezsin dediğimden bu yana daha az geliyor bizim yanımıza :) İkinci çocuk olmasından mütevellit biraz daha tecrübe sahibi oluyor insan. Aynı şeyleri Görkem'de de yaşamıştık. Sonra sonra gelmez olmuştu yanımıza. Bu aralar Onur çok sık korkulu rüyalar görüyor. Evin içinde kırmızı gözlü kediler dolaştığından, tepesinde bıçak fırlatan bir palyoçadan bahsediyor :) Televizyonda izledikleriyle ilgilidir diyeceksiniz. Yaz başından bu yana adam akıllı televizyon izlemeye bile çok vakitleri olmuyor. Onur'un bu durumuyla ilgili bugün biraz araştırma yapınca anladım ki korkulu rüyalar görmek de çocukların gelişimsel sürecinin bir parçası... 

Araştırmalara göre 5-7 yaş korkulu rüyaların en yoğun olduğu döneme denk geliyor. Bu dönemin gelişimsel özelliklerine bakıldığında; çocukların evden ayrılarak, okula başladıkları evin dışında birçok sosyal aktiviteye katılarak, bireyselleşmesiyle başladıkları bir dönem olduğu görülmektedir. Çocuğun yaşı büyüdükçe çevresi üzerinde daha fazla kontrolü olduğunu fark eder. Böylelikle korkulu rüya görme sıklığı azalır. Bu araştırma sonuçlarına tek kelimeyle AMİN diyorum. Çok çok amin :)) Çünkü bebekken yaşattığı uykusuzluktan sonra biraz rahat uyumak istiyorum artık ;)

Ne zaman benim bıdıklar gece korkup yanıma gelseler, kendi çocukluğum aklıma gelir. Şöyle bir sahne canlanıyor zihnimde "inanılmaz kötü bir rüya görmüşüm artık ne gördüysem. Çocuk kalbim güp güp atıyor korkudan zannedersiniz yerinden çıkacak. Ve annemin yatağında alıyorum soluğu. Anne şefkatiyle sımsıkı sarardı. Annemin kollarından kimse alamaz beni rahatlığıyla anne kokusu eşliğinde uyuduğum uykuların tadı bir başkaydı. İşte tam da bu sebepten benim evlatlarım da annemin bende bıraktığı bu güven, şefkat ve sevilme duygusunu alsınlar. Korkulu rüyalarından sonra hafızalarında hep böyle güzel anılar kalsın. Aslında uzmanlar çocuklar korkunca almayın yanınıza sadece onlara kendi yataklarının başında uykuya dalıncaya kadar eşlik edin diyor. Yanımıza alırsak "evet çocuğum gerçektende korkacak bişey var o sebepten seni yanıma alıyorum" mesajı veriyormuşuz. Üniversitede çokça çocuk psikoloji okumama rağmen kitaplarda yazanlarla gerçek hayatın birbirine uymadığına fazlaca şahit olmuşluğum var. Bence siz bu konuda uzmanların dediğine çok da kulak asmayın. 

Rüyasında korkup sizin kollarınıza sığınmak isteyen çocuğunuza şunalrı yapın yeter ;)
* Bunun sadece bir rüya olduğu, gerekirse ışıkları yakarak evimizde güvenli bir yerde olduğumuzu göstermek,
* Korkusunu anladığınızı hissettirin, neyden ve neden korktuğunu anlamaya çalışın,
* Güvende olduğunu çocuğunuza bunun üstesinden gelebileceğini hissettirin,
* Çocuğunuzun korkusunu besleyen durum, olay ya da imgeleri azaltmaya çalışın, (Sizin kollarınızda olsa da bunları ortadan kaldırmadığınız durumda bile uykuya dalmasına engel olabiliyor.)

Herşeyin ilacı sevgi olduğu gibi, işte çocukların korkulu rüyalarına son vermek de sevgi, şefkat, güven ve anlayıştan geçiyor. O zaman onlara sımsıkı sarılıp, bütün anlarınızın tadını çıkarmaya bakın derim ben ♥

Sevgilerimle Ülkü...
Devamını Oku »

3 Ağustos 2017 Perşembe

Mutluluk Hormonlarına Kulak Verelim Mi?

ruh sağlığı ile ilgili görsel sonucu
Kadınları hormonları yönetiyor evet. Bunda hem fikiriz sanırım. Değişkenlik göstermesinin başında mensturasyon öncesi ve sonrası etkili. Bir gün sebepsiz yere mutluyken diğer gün sebepsiz yere çok agresif bir kişi haline dönüşebilmemiz mümkün. Erkekler de böyle bir durum yok, yani durumları daha stabil bizimki gibi anlık ve günlük değişme özelliğine sahip değil. Hormonlarımız bizi ne kadar da zincirlemiş durumda yahu... Hormon konusunu araştırırken çok güzel bilgilere rastladım. İşinize yarayacağını düşündüğüm için sizlerle de paylaşmak istedim.

Bilim insanları, mutluluğun ve öz değeri bilmenin, sağlıklı ve uzun ömürlü olmanın temeli olduğunu kanıtlamış. Mutluluğun sırrının aslında sağlıklı bir bedene sahip olmaktan geçtiğini kanısına varmışlar. Mutluluk hormonlarını belki daha önce duymuşsunuzdur. Evet işte onların eksikliğinde neler oluyor ve arttırmak için neler yapabiliriz?

Serotonin Hormonu, bizi neşeli, canlı ve zinde hissettirir. Hormon seviyesini yükseltmek için, güneş ışığından faydalanmak, Allah'tan güneşli bir ülkede yaşıyoruz. Kanada'da yaşayan bir tanığımız oradaki insanların çoğunun güneş ışığıyla psikolojik destek aldığını söylemişti. Ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Şükürler olsun ki bol güneşli bir ülkede yaşıyoruz. Madem ki bu hormonun çaresi güneş, kış aylarında D vitamini takviyesi almak şart gibi görünüyor. Bunun için de en iyisi hastanede D vitamini değerinizi ölçtürüp ona göre destek almak, ezbere iş yapmaktan daha iyidir. 

Bunun yanında yükseltmenin başka bir yolu düzenli spor yapmak, gözümüzün korkacağı bişey yok spordan kasıt 1 saat düzenli yürüyüş :) Hormonu yükseltmenin başka bir şekli de düzenli uykudan geçiyor. Araştırmalara göre bir yetişkin için en sağlıklısının günde 8 saatlik uyku düzeninin olması gerektiği. Ancak bununla da kalmıyor. Uyuduğumuz zaman dilimi melatonin hormonunun yani büyüme ve vücut sağlığının koruyucusu olan bir diğer hormonun en yüksek olduğu 21:00 ile 03:00 saatleri arasında uyuyor olmamız çünkü o saatler arasında uykumuz %200 verimlidir. Evet işte benim bu verime ihtiyacım var :D Triptofan içeren gıdalar da serotonin hormonunu arttırır. Bu gıdaların başında fındık, balık, yumurta, peynir, meyveler ve çikolata geliyor. 

Dopamin Hormonu, keyifli, hayata bağlı ve kendine güvenli hissettirir. Eksikliğinde ise üşengeç, unutkan ve canı sıkkın bir ruh haline bürünürüz. Dopamin seviyesini yükseltmek için, bizi mutlu eden hobilerle uğraşmak, müzik dinlemek, kahve, kabuklu kuruyemiş, yeşil çay, yulaf ezmesi gibi tirozin içeren gıdalar ve bol bol C vitamini tüketmemiz gerekir. 

Oksitosin Hormonu, sayesinde sevgi dolu, şefkatli, cömert ve paylaşımcı bir ruh haline sahip oluruz. Eksikliğinde ise yalnız, sevgisiz, huzursuz hissederiz. Bu hormonun seviyesini yükseltmek için, işe hayal kurmakla başlayabiliriz. Sevdiklerimize sıkıca sarılıp, onları ne kadar sevdiğimizi söyleyerek arttırmak mümkün ;) Evcil hayvan besleyerek ya da kendimize küçük hediyeler vererek (bu bir masaj da olabilir) oksitosin seviyesini arttırabiliriz. 

Endorfin Hormonu, bizi rahat, neşeli ve pozitif hissettirir. Eksikliğinde ise stresli, gergin ve isteksiz oluruz. Seviyesini yükseltmek  için; aşık olmak tavan yaptırıyormuş :)) ama olmayanlar için de çareler var tabi ;) Düzenli egzersiz yapmak, gülmek ve acı biber tüketmek de aynı etkiyi yaratıyormuş. Bir diğer açıdan bakacak olursak aşkı acı biber yemeye benzetmişler yalnız aman dikkat :))

Efenim sonuç olarak doğru bir yaşam tarzı, sağlıklı beslenme ve düzenli bir egzersiz programı ile bu hormonların dengesini sağlayabilir, sağlıklı bir ruh ve bedene sahip olabilirmişiz. İnsan kendi kendisinin doktoru derler ya bu bilimsel açıklamalar da bunu doğrulamış oluyor. 

"Hastalık hissedilir ama sağlık hissedilmez"  
                                                                                             Thomas Fuller

Devamını Oku »

26 Temmuz 2017 Çarşamba

2017 Yazından Bildiriyorum...

 
Tam zamanlı çalışan annelerin çocukları için yazmış kışmış farketmiyor. Çünkü bu çocuklar annelerin yılda 2-3 hafta olan yıllık izinlerinden istifade eder, tatilin keyfini çıkarabilirse ne ala. Anneler çalışmaya durmaksızın devam ettiği için benim gibi bırakacak bir anneanne ya da babanneleri de yoksa okula gitmeye devam ediyorlar. Kendimi onların yerine koymak dahi istemiyorum. Ben çocukken hatırlıyorum da yaz tatili gelecek diye dört gözle bekler, tatile dair hayaller kurardık. Görkem büyük olduğu için bu durumu anlayabiliyor. Ama Onur zaman zaman yine mi okula gideceğiz diye sitem ediyor. Haklı da :((
Daha önce de bir çok yazımda bahsetmiştim, küçük bir ilçede yaşadığımız için şartlarımızı ona göre şekillendiriyoruz. Geçen yıllara göre bu yıl biraz daha farklı oldu. Onur'un kreşi yaz okulu açtı. Okulun çok güzel kocaman yemyeşil bir bahçesi, özgürce oynayabilecekleri bir parkı ve en önemlisi bahçesinde yüzme havuzu olması, survivor oyunlarını barındırması gibi gibi...Sıcak yaz günlerinde yüzmenin olması çocuklara çok iyi geldi. En azından suya girip serinleme fırsatları oluyor. Her ikisi de yüzme dersi alıyor ve hallerinden oldukça memnunlar. Her anne - baba da olduğu gibi bizim için de mutluluğa giden yol çocuklarımızın mutluluğundan geçiyor ;) 



Yaz okulunda eğlencenin yanında Kuran-ı Kerim eğitimini de almış oluyor. Geçenlerde görkem'in Kuran'a geçiş töreni vardı. Çocuk işte şu yaşına kadar belki kaç kez geçti, okudu kutsal kitabımızı... Ama herkes tören yapınca biz de hevesini kırmayalım diye okulun misafirperliğinde küçük bir tören yaptık :) bizim çocukluğumuzda da böyleydi. Mahallenin camisine gider, orada bütün sureleri öğrenir, Kuran harflerini öğrenmek için birbirimizle yarışırdık. Kuran'a geçen çocuk lokum bisküvi dağıtırdı arkadaşlarına. Her yaz öğrendiğimiz harf ve sureleri itinayla öğrendiğimiz gibi tekrar etmediğimiz için çarçabuk unuturduk. İşte burada eğitimde tekrarın ve öğrenmenin devamlılığının ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Kullanılmayan bilgi unutulmaya mahkumdur!


Tatile gitmemiz daha 1 ay olduğu için onları oyalamak bir hayli zor oluyor. Hafta sonu yeşil alanlara mı götürsek, pikniklere mi gitsek diye şaşıran anne-baba sendromuna yakalandık :)) Ben çok sıcaklarda tatile gidemiyorum. Sıcaktan nefes dahi alamıyorken yaptığım tatil bunalmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu sebepten her yıl tatilimizi ağustos sonu gibi ayarlıyoruz. Bütün arkadaşları tatile giden Onur'u zaman zaman bunalıma sürüklese de iyi kötü o zamana kadar bir şekilde idare ediyoruz :)) Aslında bu sene ramazan bayramından sonraki 3 günlük mini tatil biraz rahatlattı bizimkileri. Şimdilik yaz okuluna devam etmekten başka seçenekleri olmayan oğulcanlarıma ve bana bolca sabır size de esenlikler diliyorum ;)
Hoşçakalın...
Devamını Oku »

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Unutma Dersleri - Nermin YILDIRIM


İşlerim yoğun  olunca ne yazmak için ne de diğer blogları okumak için girme fırsatım olmadı. Peki bu arada kitap okuyabildim mi? Ehh işte.. Bu süre içerisindeki tek kazancım inanılmaz bir yazarın kitabıyla tanışmış olmam. 

Evet Nermin Yıldırım'dan bahsediyorum. Bu kadın insansa ben neyim ya da ben insansam o doğa üstü bir varlık olmalı diye düşündüğüm nadir yazarlardan birisi. "Unutma dersleri" ne zamandır aklımda olan onu okumadığım için de sürekli bir eksiklik hissettiğim bir kitaptı. Yazar öyle bir kurgulamış ki hiç öyle düşünmemiştim diye düşündüm okurken. 

Eşini aldatan bir kadın...Sevgilisi tarafından terk edilen yine aynı kadın...Ve o kadın, hem eşinin aldatmanın pişmanlığını hem de sevgilisi tarafından terk edilmenin acısını birlikte taşıyor. Böyle bir durumda trajik bir hikaye okumayı bekleriz değil mi? Yer yer trajedi de var ama yazarın öyle özel bir dili var ki zaman zaman baş kahramanı Feribe'nin ağzında bir yandan eğleniyor, diğer yandan hüzünleniyoruz.

Yazar unutma derslerini tamamıyla psikolojik bir zemine oturtmuş. Aşk acısından kurtulmak için gittiği mazi imha merkezinde hafızasından bu olayın tamamen silinmesini bekleyen Feribe, mazisiyle yaşamayı öğretmeyi amaçlayan bir ders programı ile karşılaşıyor. Romanın mazi imha merkezinde (MİM) geçen bölümlerinde yer yer distopik bölümler olması benim çok hoşuma gitti. Mazi imha merkezi, insanların sadece acılarını değil yalnızlarını da unutmak istedikleri bir yer. Kendileriyle karşılaşmaktan korktukları dış dünyaya karşı yeni bir kalkan kuşanıp, kabuk bağlayıp güçlenebileceklerini düşündükleri bir "merkez", kısaca "MİM".

Veee not aldığım cümleler :
"İnsan kalbini kaptırsa bile, hiç değilse aklını korumalı."

"Anladım. dedim. Sadece o kadarını diyebildim. Bazı acıların çünkü cümlesi olmaz. Sözcükler, kimi manaların yükünü kaldıramaz."

"Aşk, kazanmayı planladığınız değil, kaybetmeyi göze aldığınız şeylerin toplamıdır." 

"Asıl bencilce olan depresyondur. Bencilcedir, çünkü sahibini ve yaşadıklarını dünyanın merkezinde tutar. Açlar, hastalar, savaşlar, depremler, tufanlar bile önemini kaybediverir."

"Denizini arayan incecik nehir misali, ona doğru akmaktan almadım kendimi." 

"Bizim onunla aramızda, boy vermeyi bekleyen filiz gibi heyecanla titreyen koskoca bir yarım daha vardı. Boynu bükük heveslerin yarım kalmışlığı...Ve yarım kalan herşey sonsuzluğa uzanırdı."

"Aşk için ağlamak budalalıktı ve budalalardan müteşekkil bir halay ekibi kurulursa, mendili kapıp halay başı olmayı hak ettiğimi düşünüyorum."

"Öbür yarısını özlemiş yırtık fotoğraflar gibiyim."

"Tek başıma seni özlemek çok zor. Hiç değilse sen de beni özleyerek el veremez misin?"

Gerçekten de bu derece leziz bir kitabı ne kadar anlatsam az kalacak. Hani bazı kitaplar hiç bitmesin istersiniz ya da bitince üzülürsünüz. Artık Feribe'yi nasıl algıladıysam her an bir yerlerden çıkacak bir karakter gibi özümsemişim :)) Uzunca bir süre ne okuyacağım kaygısı taşımayacağım için oldukça mesudum. Çünkü Yıldırım'ın bütün kitaplarını okuyacağım :)) Ne diyeyim ki sayın Yıldırım; kaleminin gücüne, yüreğinin sesine, hayallerinin dansına, kelimelerinin ahengine, tasvirlerinin inceliğine, en çok da emeğine sağlık ben çok çok beğendim. Bir doz Nermin Yıldırım da siz deneyin derim ;) 
Daha sık görüşmek üzere haydi kalın sağlıcakla...
Devamını Oku »

4 Temmuz 2017 Salı

Duygusuzluk mu? Duyarsızlık mı?

Efendim malumunuz geçen hafta bayram tatilindeydik. Sonraki üç günü de ekleyiverdik ardına ağlamasın diye :D Bayram için ayrıca bir tatil planı yapmamıştık. Sadece akraba ziyareti, bayramlaşmalar falan olacaktı. Haa bir de eşimin memleketi zaten yaşadığımız yere komşu ilçe olan bir yer olunca arkadaşlarla oraya gidip dolaşalım dedik. Bayramları bayram yapan aile büyükleri ve akraba ziyaretleri ama en çok da baba ocağı ee o da bizde olmayınca bayram yer yer buruk ve boynu bükük geçti. Evlatlarıyla dolup taşan evlerin kapılarını tıklatıp, kanatlarının altına evlatlarını toplamış ana-babaları ziyaret etmek, içimdeki yarayı biraz daha açtı. Her ne kadar bunu şen kahkahalarla kapatmaya çalışsam da kendimi kandırmaktan başka işe yaramadığını gördüm. Daha da fazla yaralanmamak adına hemencecik bir B planı yapıp ani bir tatil planı yaptık. 

İkinci gün gittiğimiz Ereğli ilçesi yemyeşil alanları, dağdan gelen buz gibi tatlı suyuyla ama en çok da kirazıyla meşhurdur. Ailecek gezmeyi çok severiz. Yeni yerler keşfetmek, açık hava da dolaşmak, gürül gürül akan suyun sesini dinlemek ve seyrine doyamadığım yerleri fotoğrafla ölümsüzleştirmek en büyük keyfim. Ama bu tür yerleri gezerken beni en çok üzen şey çevresine karşı duyarsız insanlar. Yahu cennet gibi vatanımızın her bir köşesi. Tamam yiyelim içelim gezelim. Gezerken bişeyler yemek en doğal hakkımız lakin neden o yediğiniz mısır koçanını çöpe atmak yerine, seyrine doyamadığınız güzelim baraja atarsınız aklım almıyor. Zaten iki adım ötede çöp bidonu var. Gerçekten aklım almıyor. Ben buna duygusuzluk diyorum çünkü vatanını toprağını sevsen sahip çıkarsın her şekilde. Vatanını sevmenin yolu sokağa çıkıp da "şehitler ölmez vatan bölünmez" deyip bağırarak bayrak sallamaktan geçmiyor. Sevdiğini hissettirecek ve bunu her türlü davranışına yansıtacaksın. Yapay bir göl yapmışlar öyle güzel ki seyrine doyamazsın uzun uzun kavak ağaçları heybetle sıralanmış. Ohh mis gibi hava, serin gölgesinde otur doya doya...Çekirdeğimizi aldık gittik. Gittiğim her park veya açık hava alanda her seferinde çekirdek kabukları yerlere atılmış kirli bir görüntü ile karşılaşıyorum. Sıkı sıkı tembihliyorum çocuklarıma kabukları yerlere atmayın, elinizdeki poşete atın. Tabi onlardan aldığım cevap şu: "annee herkes her yere atmış ama?" "Olabilir evladım herkes kendinden sorumludur, kendini bilmez insanlar atmış biz de onlar gibi düşünüp, atarsak kim sahip çıkacak bu çevreye, bu güzelliklere, bu cennet vatana" diye anne öğütlerimi sıralıyorum. Her türlü çöpümüzü biriktirsek, az ötedeki çöp bidonlarına atsak ne kadar da güzel olur ama değil mi?
   

Şimdi diyeceksiniz ki bayramdan girdin çevreden çıktın. Evet biraz öyle oldu içimdeki öfkeyi bir yerlere kusmadığım sürece rahatlayamayacağım yoksa... Çünkü üçüncü ve daha sonraki günlerde bulunduğum halk plajında da aynı şeyleri yaşadım. Yahu çocuk denize giriyor, elinde poşetle, mısır koçanıyla ya da çocuk beziyle çıkıyor. Bu nasıl bir pisliktir, nasıl bir duyarsızlıktır. Plajda yiyor içiyor sonra da umarsızca çekip gidiyorlar insanlar. Bense gün boyu çöplerimi biriktirmişim küçücük bir parçanın dahi plajda kalmasına tahammül edemezken, bütün pisliği ardında bırakıp giden insanları gören üstelik de hiç bir ceza almadıklarını, hatta esas cezayı sanki biz çeker gibi koca çöp poşetini bidona kadar taşıyan çocuklarıma yanlışı doğruyu tüm bu düzensizliği, duygusuzluğu ve duyarsızlığı göre göre öğretmek daha da zor olacak sanırım :(

Vatanımıza, denizimize, güzelliklerimize, kumsalımıza, ağacımıza sahip çıkalım. Evlatlarımıza korumayı, sevmeyi, duyarlı olmayı öğretelim. Duyarlı insanların nesli tükeniyor bilesiniz. En çok da yeni nesile sahip çıkıp, kendi bilen bir gençlik yetiştirelim.
Umutlarınız hep taze kalsın. Haydi kalın sağlıcakla... 
Buraya da Badman bakışlı bir Görkem koyup kaçalım :)
Devamını Oku »

22 Haziran 2017 Perşembe

Çocuklar İçin Kitap Önerileri



Rosie, annesiyle birlikte şehrin diğer yakasındaki yüksek bir apartmana taşınır. Yeni odası komşusunun aynı yaştaki oğlu Musa'nın tam üstündedir. Rosie ve Musa çok geçmeden arkadaş olurlar ve gizlice apartmanın çatısına çıkmak için anlaşma yaparlar. Fakat işler planladıkları gibi gitmez. Ailelerinden gizli yaptıkları bu olayın yanlış olduğu öyle güzel aktarılıyor ki direkt olarak değil ama tatlı mesaj ve olaylarla içinizi ısıtarak açıklıyor. İki çocuğun zekice kurgulanmış diyaloglarını ve gözlemlerini okurken gülümseyip düşünecek, resimlere bakarken apartmanın içinde dolaşacak, yükseklere çıkıp ayaklarınızın altında uzanan kenti seyre dalacaksınız. Ben bir solukta okudum, illüstrasyon resimli, renksiz, 90 sayfalık çok yoğun yazılı olmayan 8 yaş ve üzeri için eğlenerek okuyacakları türden bu kitabı gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. 
Gerçek bir pekin ördeği, şanssız tesadüfler sonucu, fırtınalı bir havada Çin'in doğu kıyısındaki bir gemiden denize düşen 30.000 oyuncak plastik banyo ördeğiyle okyanusa sürüklenir. Üstelik bu sürükleniş sadece yıllar boyunca sürmekle kalmaz. Endonezya'dan Basra Körfezi'ne, güney kutbundan İngiltere'ye uzanan bir yolculuğa dönüşür. Bu yolculuk pek çok tehlike, olağanüstü duygular, korkular, sevgi ve umutla yaşanır...

Sevginin ve umudun kitabı olmasının yanı sıra, çevre bilinci ve hayvanların koşulsuz sevgisiyle ilgili çok güzel mesajlar da veriyor. Kitaptaki ördekler, aslında içlerinde patlayıcı barındırıyor. Bir silah tüccarının hırsı uğruna neleri göze alabileceğine tanık oluyoruz. İnsanların dünyayı ne hale getirdiğini, birbirlerine, hayvanlara ve doğaya nasıl duyarsız davrandıklarını şaşkınlıkla izleyen bizim pekin ördeği hiçbir insana güvenilmeyeceği acı gerçeğini öğreniyor. Bu kitap en az insanlar kadar hayvanların da sevilmeye ihtiyaç duyduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatmış oldu. 112 sayfalık, renkli resimli, 10 yaş ve üzeri için uygun bir macera kitabı...

"Bir insan eli tarafından okşanmayalı, tüylerinin üzerinde bir el gezinmeyeli yıllar olmuştu. Ve aslında bu bir ördek için ihtiyaçtı.Çünkü...Ona ailesini hatırlatıyordu."
Şair Kısakulak son derece içine kapanık ve bir kulağı diğerinden biraz kısa olan, dış görünümü diğer tavşanlara göre biraz farklı olan bir tavşan. Kimseyle konuşmayı sevmeyen şairimiz, biraz aksi ve fazlasıyla alıngan, eserlerinin eleştirilmesinden hiç hoşlanmıyor. Postacı tavşan ona sık sık kucak dolusu hayran mektubu getiriyor ama o hiç birini açıp okumadan bir kutunun içine fırlatıveriyordu. Taki bir gün ipek kurdelası olan mor bir zarf dikkatini çeker. Fakat bu mektup Şair Kısakulak'ın hiç hoşuna gitmez, çünkü Şirin Koşaradım, onun şiirlerini, hikayelerini kasvetli bazı hikayelerini sonunun korkunç olduğunu yazacak kadar ileri gider. Bizim şair bu mektuba cevap yazar. Böylece aralarında bir mektuplaşma başlar. Şirin bizim şairi tanışmak üzere evine davet eder. Fakat bizim çekingen kısakulak buna cesaret edemez. Şirin'den gelen yağmur damlalarıyla bazı yerleri silinmiş bir mektup alana kadar herşey normaldir. İşte esas eğlence o yağmurlu gecede gelen mektuptan sonra başlar. 

Okurken resimlerine, köşeleri iliştirilmiş notlara hayran kalacak, kitabın sonundaki Şirin ve Kısakulak'ın aile üyelerinin tanıtımlarına bayılacaksınız. Fiziksel farklıların kabul edilmesi üzerine çok güzel, eğlenceli, bol bol mizah içeren, kıkır kıkır gülme garantili, 56 sayfa, renkli illüstrasyon resimli, 8 yaş ve üzeri çocuklar için tadı damaklarında kalacak cinsten sevimli bir kitaba bayılacaklar.

Görkem Şair Kısakulak'ı inanılmaz eğlenerek okumuştu. Yine aynı yazarın kitabı olduğunu görünce hiç vakit kaybetmeden yine yüzünde tatlı bir tebessümle okudu. 

Aslında herşey çok alışıldık ve sade başlıyor. Kapısız bir mağarada başlayan Bay Mucittaş ve ailesinin yaşamı, aralarına oğulları Finfo'nun da katılmasıyla ardı arkası kesilmeyen ihtiyaçları icat etmeye başlamasıyla bambaşka bir hal almış. Belki de herşey başta gerçekten bir ihtiyaçken, sonra biraz lükse, zaruri olmayan "şeylere" yani ihtiyaç değil de istek olanlara çevrilmeye başlamış. Giderek modernleşen Mucittaş ailesi gitgide de daha da mutsuz hale gelmeye başlamış.

Çağımızın hastalığı teknolojik aletler ve doyumsuzluk çok hoş esprili bir dille anlatılmış. Eee tabi bunun yanında da çıkarılması gereken dersleri de içine saklamış. 40 sayfadan oluşan renkli illüstrasyon resimli, 7 yaş ve üzeri çocuklar için eğlenerek okuyacaklarına eminim. 

Yaz tatilinde olan tüm çocuklara iyi tatiller, annelerine çokça sabır diliyorum. Kitaplar hayatınızdan hiç eksik olmasın... 
Kitapla ve sevgiyle kalın ♥
Devamını Oku »

20 Haziran 2017 Salı

Ben Çocukken... (Kuzine Soba)

Haziran ayında bu nasıl bir konu diye düşünebilirsiniz? Haklısınız da... Hafta sonu kumpir yememiş olsaydım iyiydi. Kumpircinin patatesleri odunların arasından çıkarmasıyla olan oldu. Patatesin o mis gibi kokusu beni çocukluğumdaki kuzine sobalara götürdü. O günlere kısa bir yolculuk yapalım bakalım neler çıkacak...

Özellikle seksenli yıllardan bahsediyorum. O zamanlar doğalgaz falan ne gezsin. Havalar soğumaya başladığı andan itibaren sobalar kurulmaya başlanırdı. Bizim evin kocaman bir salonu vardı. Dış kapıdan içeri girince küçük bir camekan karşılardı bizi. Upuzun bir salon düşünün bütün odalara bu salondan geçilen, 4 oda ve 1 mutfağa açılan işte bu salona kurardık kuzine sobamızı. Yatak odalarımıza da diğer silindir sobalardan kurardık. Salona kurulan kuzine soba öyle güçlü yanardı ki bütün odaları ısıtmaya yeterdi. Abimlerle birlikte yiyip içtiğimiz için sobanın kovasına odun kömür doldurma ve sobaya koyma işini yengem yapardı. Soba yanmadan önce odalar o kadar soğuk olurdu ki lahana gibi giyinirdik. Odunları tutuşturma işinin ardından çıkan o çıtırtılar ve sonrasında gürül gürül heybetli bir yanma sesi. Hatta bazen o kadar hiddetlenirdi ki pof pof pof diye ses çıkarırdı. Sobaların üstünün vazgeçilmezleri güğümler sıra sıra yerini alır. Kış mevsiminde çeşmelerden sıcak su akması rüya gibi bişeydi o zamanlar... Güğümleri ısıtır sıcak su ihtiyacımızı onunla karşılardık.

Bütün odaların kapılarını açar, soğuğunun kırılmasını sağlardık. Annecim koca bir leğen hamur yoğururdu. Zaten bizim evde hiç birşey az yapılmazdı. Annemin güler yüzü gelenimizi gidenimizi hiç eksik etmezdi. Her yaptığımız yemek "aniden bi gelen olur" diye yapılırdı. 5-6 tepsi birden yağlanır, emek ve sevgiyle birlikte bereket dileğiyle ağzında besmele ile hamura şekil verirdi. İşte o mis gibi ekmekler gürül gürül yanan kuzine sobanın gözüne koyulurdu. Sobanın çevresine yayılan sofra bezleri ekmekle dolar taşardı. Ya o sıcacık ekmeklerin arasına koyulan tereyağıyla tulum peynirin birleşme anı....Off offf..... Ekmek bir yandan elimizi yakarken diğer yandan sıcak sıcak yeme telaşı :)) Ahh çocukluğum şimdi ben seni nasıl aramayayım. Ahh anneciğimin yumuk ellerinin değdiği leziz ekmekler, hangi birinizi özlemeyeyim :(

Kimi zaman sütlü ekmek kimi zamanda mayalı ekmek yapılırdı meşhur sobamızda. Mayalı ekmekler sıra sıra üzerine dizilir orada pişirilirdi. Onların da arasına yine Allah ne verdiyse koyar çılgınca yerdik....Hamur fazla olduğu için etli iç hazırlanırdı. Konyamızın meşhur etli ekmeğini elleriyle açar bol kepçeden iç koyarak, yapardı annem. Etli ekmeğin o pişme anındaki koku öyle cezbeder ki insanı neredeyse ruhunu teslim edesin gelirdi ;) Genelde öğle vaktine doğru yapılan bu etli ekmeğin nasiplisi çok olurdu. Ben okuldan gelirdim, abim işten, komşularımız, ablam, ve yiğenlerim ohhh yanına bir de evde yapılmış mis gibi ayran. Gel de yeme gel de özleme....

Bazı günler patates atardık kuzinenin gözüne...Ara ara elimizdeki demirle patatesleri çevirir, o dışındaki hafif kararma, yumuşama ve buruşma ile birlikte pişen patatesleri sıcak sıcak ortan ikiye böler, soğumasına izin vermeden tereyağını içine koyardık. Tuz, kırmızı biber, tereyağı ve patates muhteşem dörtlü lezzet... Karnım doyunca patatesin içiyle dışı arasındaki o gevremiş bölgeyi ayıklayıp, yemek en büyük zevklerimdendi.

Soba deyince benim aklıma ilk gelen kestanedir. Olmazsa olmazım kışın evimde eksik olursa mutsuzluk sebebim kestaneler, kış akşamlarımızın en büyük eğlencesiydi. İtinayla çizdiğimiz kestaneler, kuzinenin gözüyle buluşunca, kimi zaman piyuff diye bir ses çıkarırdı. Bazısı un ufak olurdu. Bazısı tam da göbüşünü açığa çıkaracak kadar güzel pişerdi. Yine demir çubukla karıştırır ve onun yardımıyla tepsiye dökerdik pişen kestanelerimizi...En keyiflisi sıcakken elin yana yana soymak, çünkü soğuyunca soyması daha zor olurdu.

Akşamları yeniden yakılan sobanın çıtırtısını ışığı kapatarak dinlemek var ya nasıl bir keyifti. Bir yandan buz gibi oda yavaş yavaş ısınmaya başlarken, diğer taraftan gürül gürül yanan sobanın karanlık odamın tavanını kızıllığıyla aydınlatması...

Soğuk kış sabahları yataktan kalkması en zor olan şeydi. Buz gibi odaya uyanmanın dinçliği bir yanda sıcacık yatağı terk etmekle etmemek arasındaki tereddüt... Yeniden ateşlenen odunların ısıttığı soba başına üşüşür, dilimlenmiş ekmekleri üzerinde kızartır, tereyağı sürer, çıtır çıtır yerdik... Bazı sabahlar dilimlenmiş ekmeklerin üzerine dizilmiş sıra sıra kaşar peynirleri kuzinenin gözünde erimesinde ne yapsın, erimiş bi kere yemeyelim de ne yapalım. Ahh çocukluğumun soğuk sabahları, anne eli değmiş kızarmış ekmekleri burnumda tütmesin de ya ne yapsın :(

Haa bir de bizlerin doğal oda parfümleri vardı. Mandalin, portakal kabuklarını sobanın üzerine koyar odaya mis gibi bir koku vermesini keyifle izlerdik. O zamanlar şimdiki gibi çok kanal ve çizgi film olmadığı için bizler çevremizde ne varsa hepsini çok iyi gözlemler ve izlerdik. Bazen sobanın üstündeki güğümün üstünden süzülen su damlacığının tıs diye sıcakla buluşması bazen damlacıkların top halinde sobanın üzerindeki dansı ya da pencerenin kenarından aldığım küçük kar topunun erimesi...

İşte seksenlerde çocuk olmak böyle birşeydi. Minicik şeylerle mutlu olmayı bilen, aza kanaat eden masum çocuklardık. Hepsi ayrı bir keyifmiş, şimdilerde bunu daha iyi anlıyorum. İşte bir "ben  çocukken" yazı dizisinin daha sonuna geldik. Sizler anılara dalın biraz hadi kaçtım ben ;)
Sevgiyle ve anılarınızla kalın...
Devamını Oku »